Thursday, November 29, 2012

Samimiyet Milenyumdan Öncede Mi Kaldı?




Teknoloji deyince neler geliyor aklımıza? Telefon, internet, kolay iletişim, anında haberdar olma ve hayatımızı kolaylaştıran her öğe. Teknoloji artık her saniye bir yeniliği ayağımıza taşıyor. Dünden bugüne her şey büyük bir hızda değişiyor. Son 10 yıldaki hızlı gelişmelere bakacak olursak bunun ötesinde nasıl bir değişim olabilir ki dediğimiz anda yeni bir ürün giriyor hayatımıza ve biz bir anda onsuz yaşayamaz hale geliyoruz, bundan önce nasıl yaşıyormuşuz diye düşünüyoruz. Hızlı ivme ile değişen teknolojik trendler artık yarınımızı kestirme olanağımızı da elimizden aldı. Her an her şey olabileceğini bilerek yaşamayı öğrendik belki de.

Muhakkak, teknoloji sayesinde hayatlarımız çok kolaylaştı. Yerimizden kalkmadan mobil olarak yapabileceğimiz işlemlerin sayısı gün geçtikçe artıyor. Her an yeni bir uygulama, değişen ‘akıllı’ bir sistemle karşılaşabiliyoruz. Bütün dünyanın gündemine ulaşmamızın yanı sıra, her dakika değişen olaylar silsilesini de takip etme olanağına sahibiz. Sabah aldığımız gazete öğlene kadar eskiyor. Online gündem, daha sıcak haberleri sunuyor. Takibi kaçırırsak pek çok hadise 24 saat içinde hükmünü yitiriyor zaten, pek de önemi kalmıyor. Seyahat edeceğimiz yeri bile karış karış öğrenebiliyoruz o yere daha gitmeden. Birbirimize çok rahat ulaşabiliyoruz, sevdiklerimiz dünyanın neresinde olursa olsun yanımızdaymış gibi görüntülü paylaşımlar yapabiliyoruz.

Peki, bu kolaylıklar neleri götürüyor hayatımızdan? Getirileri kadar götürülerini düşününce de liste uzayıp gidiyor. Samimiyeti kaybediyoruz, iletişimde sağlanan aşırı kolaylıklar eskilerin hal hatır sorma adetlerini süpürüp götürüyor. Kısa mesajlarla iletişimi çabuklaştıracağımıza ilişkilerimizi yozlaştırıyoruz bir noktada. Sosyal medya ve türlü mecralarda yapılan paylaşımlar hepimizi birbirimizin hayatında söz hakkı yapıyor resmen. Herkesin her saniyesinden haberdar durumdayız. Hep birlikte toplanıyoruz ancak telefonlarımızın izin verdiği ölçüde sohbet edebiliyoruz. Teknoloji hayatlarımızı adeta yönetiyor ve bir kasırga gibi etkisi altına alıyor. 

Bu durumdan en çok etkilenen de kuşkusuz bu teknoloji dünyasına doğan yeni nesil çocuklar. Teknoloji hızla gelişmeye başladığında 30’lu yaşlarında hatta 20’lerinde bile olan kuşaklar teknoloji-birey ilişkisini bir nebze dengede tutabilirken doğduğu anda ilk kurcaladığı alet bir tablet bilgisayar olan çocuk iletişimin ilk adımlarını onun içindeki dünyayı keşfederek atıyor. 2000’lerden önce doğan herkes bir şekilde eski kuşak mensubu. Onların teknolojiyi kabul eden bir yanları olduğu kadar reddettikleri ve korktukları gelişmeler de oluyor. Ancak yeni doğan çocuklar radyo, plak ya da kasetlere hiç dokunmadan büyüyorlar. Onların çağındaki her şey elektronik-ilişkiler bile! Bir yemeğe gittiğimde kalabalık çocuklu aileler, çocukları ve arkadaşlarıyla yemeğe gelmiş topluluklar görüyorum. Kalabalıklar hoşuma gidiyor, kültürümüzde var herhalde hep beraber olma güdüsü. Mutluluğum, her çocuğu elinde kendi ipadi, telefonu ile görünceye kadar sürüyor. Hiçbiri birbiriyle iletişim kurmuyor. Hepsi de, kendi dünyalarındaki sanal oyunlarında kahraman olmanın peşinde. Oyundaki sanal arkadaşları bazen yanlarında oturan diğer çocuk olurken onunla konuşmak yerine o makinanın içinden iletişim kurmayı tercih ediyorlar.

 Düşünmeden edemiyorum; çocukların içindeki enerjiyi açığa çıkartmadan bu şekilde pasifize olmalarının gelişimlerine nasıl bir katkısı var? Bu kadar teknolojik oyuncak olmadan önce o çocuklar muhtemelen etrafta koşuşturup duruyordu. Evet şimdi sessiz, sakin oturuyorlar, rahatsızlık vermeden, ama sokakta oynayarak büyüyen bir neslin çocuğu olarak sanal oyunlar ve sanal arkadaşlıkların nasıl tatminler getireceğine dair şüphelerim var.

Aslında teknolojiye bağlı değiliz, artık birer teknoloji bağımlısıyız. Din, dil, cinsiyet, yaş ya da ekonomik statüler değişse de sonuç teknolojinin her insanı öyle ya da böyle onsuz yaşayamaz hale getirdiği. Hep beraberken bile kafalarımız ayrı noktalarda; takip ettiğimiz fotoğraflarda, oyunda geçeceğimiz bir sonraki aşamada, gelen maillarda ya da sanal sohbeti sürdürdüğümüz arkadaşımızda. Nasıl bir dayatılmanın içerisindeyiz de zevk aldığımız her şeyi bir kenara bırakıp sanal dünyanın zengin sığlığında kaybolduk? Bu kölelik ilişkisi bizi her ay çıkan yeni ürünlerin takipçisi olmaya zorluyor, sahip olmadığımız noktada eksik hissedebiliyoruz. Boş kaldığımız her anda telefonun içine dalıyoruz. Bazen belki de teknolojinin hayatlarımıza bu kadar sızmadığı günler yaşadığımızı düşünerek, o zamanlar daha yakın ve gerçek ilişkiler içinde olduğumuzu anımsamalıyız. Kim bilir, böylelikle teknolojinin kolaylıklarından faydalanan ancak onun kölesi olmadan daha samimi ve gerçek ilişkilere sahip olmak isteyen insanlara öncülük etmiş oluruz belki de…

SERRA ORUÇ
YAŞAM KOÇU

(Beste Demirağ'a ithafen)

Monday, November 5, 2012

Yargılayan Gözümüz





     Her insan tektir ve benzersiz bir varlıktır. Bu benzersizlikten doğan farklı farklı ilişkilerde görüşlerimizin geniş bir yelpazeye yayılması gerekirken genellemelere olan eğilimimiz nedense daha yüksektir. Doğru veya yanlış bildiklerimiz her yaşanmışlıkla kuvvetlenir. Yaşanmışlıklarla kazandığımız bambaşka görüşlerimizi bir kenara bırakıp başkalarını kendi gerçekliğimizde yargılamaktan alıkoyamayız.  Peki bu yargılama sırasındaki mahkum cezasını hangi gerçeklikte alır?

     Son zamanlarda, etrafımı gözlemlerken sıkça şu soruyu sorarken buldum kendimi: “Başkalarının doğrularının gölgesinde yaşayarak ne kadar özgürleşebiliriz?”. Kendi deneyimlerimi, arkadaşlarımı ve ailemi düşündüm. Hepimiz bir şekilde, farkında olarak veya olmayarak, bu oyunun bir parçasıydık aslında. Bir yakınımız bizimle bir şey paylaştığında hep “kendi” gözlerimizden değerlendiriyorduk durumu, onun gerçekliğinde değil. Kişileri ve deneyimlerini kendi doğrularımıza hapsedip bizim doğrumuzun aksini yanlış olarak yargılıyorduk. Herkes bizim doğrumuzda yaşasaydı dünya nasıl bir yer olurdu hiç düşündünüz mü?

      Yaşadığımız her an; kendi değerlerimiz, doğrularımız ve yargılarımız derinlik kazanır. Her an, milyonlarca farklı deneyim sahne alır. Birisinin çok kötü bir haber aldığı saniyede, bir diğeri belki de havalara uçuyordur. Bu farkındalığın bilincinde olsak bile en sevdiğimiz yargılama oyunundan vazgeçemeyiz. İnsanları kolayca ve hiç düşünmeden sözcüklerimizle yaralarız.

      Yaşadıklarımdan ders çıkarmayı kendime ilke edindim. Çıkardığım en önemli ders ise; başkalarının yanlışlarının benim doğrularım olabileceği. Kendi yaşamım için yargılanıyorsam hemen söyleyen kişinin yörüngesine girmiyor önce dışarıdan tahlil ediyorum. Bana söylediği şeyleri benim gerçekliğimde mi değerlendiriyor yoksa beni kendi doğru bildiğine inandığı vazgeçilmez yargılarının içine mi sığdırmaya çalışıyor diye. Neden bir başkasının genel geçer yargıları arasında sıkışıp kalıyorum?  Yaptığım şeyden mutlu olup tatmin hissederken neden karşımdaki hevesimi kırmak için olanca gücüyle kollarını sıvayıp şevkimi kırmaya çalışıyor? Neden benim için doğru gözüken bir başkasının katiyen kabul etmeyeceği bir yanlış? Ve neden ona göre yanlış olduğu için ben yargılara maruz kalıp onun gözünde kabul görmeye çalışıyorum? Etrafımızdaki insanlara hepimizin aynı şekilde düşünüp yaşayamayacağını mutlaka farklılıklar doğacağını anlatmanın bir yolunu keşke bilebilseydim diye düşünüyorum. Böylece kimse başka hayatları yargılamaktan bu kadar zevk almazdı...

        Başka doğruları kabullenip onların egemenliğinde bir yaşam kurmaktansa başkalarının yanlışları dahi olsa kendi doğrularım üzerine bir yaşam inşa etmeyi tercih ediyorum artık. Kendi doğrularımın varlığını hissetmek bile bana bir özgürlük veriyor. Bu özgürlük bana kimseyi yargılamamayı öğretirken herkesi kendi doğrusuyla kabul etmek müthiş bir huzur sağlıyor. Her geçen gün küçültmeye çalıştığım yargılayan gözüm artık ilişkilerimde bana bir engel teşkil etmiyor. 

     SERRA ORUÇ
     YAŞAM KOÇU

(MOOD Dergi Ekim sayısında çıkan yazım)

Monday, August 27, 2012

Büründüğümüz Maskeler



Neden duygularımızı göstermekten korkuyoruz? Nedir bizi olmadığımız kişiler gibi davranmaya iten? Neden maskelerin altına saklanma ihtiyacı hissediyoruz yoksa kendimizden bu kadar mı korkuyoruz?

Duygularımızı göstermekten kaçınmanın altında belli sebepler yatıyor olabilir. Duygusallığı güçsüzlük olarak algılayıp duygularımızı gizlemek ve bu şekilde kendini güçlü göstermek başlıca neden olarak sayılabilir. Bu konuyla ilgili insanların fikirlerini sorduğumda genel bir kanı var; insanlar duygusallıklarını gösterirlerse daha fazla canlarının yanmasından korkuyorlar. Bu korku onlara duygularını gizleme kalkanını geliştiriyor, bir nevi korunma kalkanı. Duygular gizlenince de insanlar sahte bir dünyanın parçası oluyorlar, mutlu insan rolünü üstleniyorlar adeta maskelerin altına gizleniyorlar.

Duyguları gizleyip, içinizde biriktirmenin daha sonra bir volkan etkisi yaratacağına inanırım hep. Olayları içinde yaşamak bir insana ne kadar iyi gelebilir. Bence dışarı vurmadıkça gerektiği zaman hüzünlenmedikçe, ağlamadıkça doğal akışa karşı koymaya çalışır insan. Şunun farkına varıyorum ki, insanlar ağlamanın da gülmek kadar doğal olduğunu kabul edemiyorlar belki de. Toplumsal bir baskı var sanki. Fakat hayat çok hızlı akıyor. Duygularımız da hayatın hızlı akmasıyla monotonlaşıyor. Pozitif duyguları çoğu zaman yapmacıktan da olsa göstermeyi tercih edip geri kalan hayatı tozpembe yaşamaya devam ediyoruz. Bu durumun ne kadar gerçekçi olduğu tabi ki tartışılır. Bu tartışma hayatımızda yalnızca mutlu anlar mı olmalı sorusunu beraberinde getiriyor. Sanki mutlu olmak zorundayız, her şey hayatımızda her daim tıkırında olmalı ancak hangimiz gerçekten her daim bu mutluluğa sahibiz?

Hayatta mutsuzluk ve acı da neşeli günler kadar beslemiyor mu insanı? Çoğu sanatçı en muhteşem eserlerini mutsuzken icra etmiyor mu? En sevdiğiniz şarkıyı düşünün dinlediğinizde söyleyen ve yazan kişinin sizi ne kadar da derinden anladığına şahit olmuyor muyuz? O derinliği yakalayan kişi belki de en hüzünlü anlarında yazdı o parçayı. O şarkıda hüzünlenmeyip hiç yaşamamış gibi davranma çabamız neden? İnkar mı ediyoruz şimdi de yaşadıklarımızı? İlla ki her zaman mutlu olamayız. Zaman zaman içinizden bir hüzün dalgası yükselir ya da bakarsınız acı çekiyorsunuz. O anları da doğal akışta yaşamanın ne kadar büyük çözülmelere sebep olduğunu bilsek göz pınarlarımız dolduğunda belki de hiç tutmayız, o yaşları orda hapsetmek yerine dışarı çıkıp onların özgürlüklerine kavuşmalarına izin verebiliriz, kim bilir.

Duygulandığımız anda o güzel duyguları yaşamaya izin vermek ruhumuzda bazı çözülmelere sebep olacaktır. Nasıl ki mutlu anlar, kahkahalar ruhumuza iyi geliyorsa zamanı geldiğinde içten gelen duygusallaşma da çözülmeleri beraberinde getirecek. Bastırmaya çalıştığımız duygular içimizde birtakım çatışmalara sebebiyet verebilir. Sanki ait olmadığı yerde barınmak istemeyen bir şeyleri bizim orda zorla tutmaya çalışmamız gibi. Duygusallığımızı gizlemeye çalışmak bizi daha acımasız, daha soğuk, daha hayattan uzak kişiler haline getirebilir. Duyguları açığa çıkartalım ve duygulanabiliyorsak o anda bu hislerin açığa çıkmasına izin verelim. Duygularını yaşayabilen özenilecek halimizi bastırmaya çalışıp maskeli robotlara dönüşmeyelim.

(Defne Acar'a İthafen)

SERRA ORUÇ
YAŞAM KOÇU

Monday, July 30, 2012

Tanıdıklığın Yabancılaşması




En yakından tanıdığın, belki kardeşinden daha uzun zaman geçirdiğin kişileri gün geliyor tanıyamadığını hissedebiliyorsun. Sanki karşında bambaşka bir insan duruyor, birbirini anlayamama noktasına geliyorsun. O tanıdığını sandığın kişi sanki bir başkası. Bir an düşünün. Birisiyle tanışıyorsunuz, çok güzel şeyler paylaşıyorsunuz belki aylarca belki yıllarca paylaşımdan ortak bir mutluluk doğurabiliyorsunuz. Öyle bir değişim oluyor ki o güzel paylaşım anları geçmiş zamanda kalıyor ve şu anda aynı duyguları hissedememeye başlıyorsunuz, anılarınıza bile yabancılaşıyorsunuz.

Hayatın bize sundukları doğrultusunda yapılan tercihler gün geliyor zevk aldığımız şeyleri dahi farklılaştırabiliyor. Birlikte zaman geçirdiğimiz kişilerle bile yaptığımız aktiviteler nasıl da farklılaşıyor. Ortak kelimesinin çemberi nasıl da genişliyor, yelpaze çeşitleniyor. Bu çeşitlenmeye ayak uyduramayınca ortak zevklerden, beraberlikten söz edilemez hale geliyor. Yıllar süren arkadaşlıklar son bulabiliyor, mutlu yuvalar yıkılabiliyor. Doğduğumuz yıllarda ortak zevkimiz oyuncak oynamaksa yaş ilerledikçe öncelikler çok farklı yönlerde yerlerini alıyor.

Büyüdükçe hayatlarımız değişiyor. Önceden sokakta, bahçede buluşup oyun oynamaktan keyif alıyorduk, tek derdimiz derslerimizdi. Şimdi etrafımıza baktığımızda kimi kariyerinin derdinde, kimi para kazanmanın, kimi eşinin çocuğunun.  Hayatımızın içinde yer alan kişilerle aynı anda aynı şeyleri yaşamamaya başlıyoruz. Zaten bu aynılık o kadar da mümkün değil. Düşünsenize mümkün olsa ne kadar sıkıcı olurdu. Aynı gün işimizde terfi alsak, en sevdiğimiz arkadaşlarımızla aynı gün evleniyor olsak, aynı gün çocuk sahibi olsak, aynı gün kayıplar yaşasak birbirimizin hayatlarındaki gelişmeleri ne kadar paylaşıyor olabilirdik? Özellikle biz Türkler için sevdiklerimizin özel günlerinde beraber olmak ne kadar önemlidir, muhakkak orada bulunup heyecanı, sevinci, mutluluğu, acıyı paylaşmak istemez miyiz? Aynı anda yaşanılan gelişmelerde paylaşım ne kadar mümkün olabilirdi?

Sosyal hayatlardaki ortak zevkler bizi sevdiklerimizle bir araya getirse de evlere dağılıp özel hayatlarımıza geçtiğimizde önceliklerimiz başkalaşıyor. Hayat da bize bu farklılıklarla yaşamayı öğretmeye çalışıyor aslında. Hayat bize farklılıkları sunmaya çalışsa da biz bir şekilde rahatsızlık duyup aynılaştırmaya çalışıyoruz. Hâlbuki, asıl olan, bu farklılıklardan beslenip etrafımızdaki değişime ayak uydurabilmek. Bütün yaşananlar insan için, ne kadar farkında olursak o kadar beslenebiliriz. Biz üzgünken bir diğeri hayatının en mutlu anlarını yaşıyor olabilir. Ortak zevkler aramak muhakkak ortak noktada buluşabilmek adına. Bununla birlikte ayrıştığımız noktalar kendimizi geliştirmek, hayata baktığımız lensi genişletebilmek için ele geçmez fırsat. Yeni bir objektif takıp hayata baktığımız lensi genişletmenin tam zamanı! 

(Burçin Bilgin'e İthafen)

SERRA ORUÇ
YAŞAM KOÇU

Friday, July 6, 2012

Ne Kadar Özgürsünüz?



Ne kadar özgür yaşıyoruz, aslında etrafımıza bağımlı yaşayan topluluklar mıyız? Verdiğimiz kararların ne kadarı gerçekten kendimize ait? Bize dayatılanlar, yapılması gerekenler ve kendi isteklerimiz üçgeninde dengeyi ne kadar sağlayabiliyoruz?

Dengeyi sağlamak için en önemli adım nelerden vazgeçeceğimize karar vermek. Hayatta sadeliği yakalamak istiyorsak önce nasıl bir hayat istediğimizi bilmemiz gerekir. Ne istediğimizi bulmak muhakkak vazgeçeceklerimizi doğuracaktır. Farkına vardıklarımızdan o veya bu bahaneyle vazgeçmezsek sıkıştığımız noktada yaşamaya devam etmemiz olasıdır. Vazgeçişler özgürlüğü getirecektir. Ne istediğimizi bulduktan sonra yaşayacağımız hayat bence tatminin başlayacağı yerdir.

Hayattan alacağımız tatminler, isteklerimiz ve onların gerçekleşmesi ile ilintilidir. Özgür olmadığımız müddetçe tatmin olmaktan bahsedebileceğimizi zannetmiyorum. Başkalarının arzularına bağlı yaşayarak nasıl hoşnut olduğumuz bir yaşam kurabiliriz? Başkalarının belirlediği çizgilerde ancak kendi hayatımızdaki yardımcı oyunculuk rolünü üstlenebiliriz. Bize bu hayatta düşen başrolü seçmektir, hem de korkusuzca! Ancak o zaman sahipleneceğimiz bir hayata kavuşuruz. Yapmamız gerekenler, yapmak istediklerimiz ve başkalarını hoş tutma üçlemesindeki belirlediğimiz saf hayatımızın akışında can alıcı bir öneme sahiptir.

Tatil programlarının arasına sıkıştığımız şu günlerde durup bir an düşünecek fırsatımız olursa yaşadığımız hayatın ne kadarının bize ait olduğunu anlamanın farkındalık yaratacağına inanarak bu yazıyı yazıyorum. Umuyorum her birimiz kendi hayatlarımız için doğru rolü üstlenmeyi hedef koyabiliriz.

İyi tatiller dilerim.

SERRA ORUÇ
YAŞAM KOÇU

Wednesday, May 16, 2012

Doğrular tek gerçek midir?


                                                                                                    

        Doğru ya da yanlış olgusunu oluşturan olaylar zinciri ne zaman oluşmaya başlamıştır? Neye ve kime göre belirlenmiştir? Bizim için belirlenen bu değerler tek gerçeği mi oluşturur?


       Atalarımızdan miras kalan toplumsal değerlerimiz vardır ailelerimiz geçmişten bugüne kendi yorumladıkları şekilde taşırlar. Bu değerlerin üzerine her ailenin kendi yetiştirilme şekline göre birtakım kurallar eklenir. Daha sonra birey; doğumundan itibaren yaşadığı toplumun, ailesinin, sosyal çevresinin gerektirdiği doğruların içinde harmanlanmaya başlar. Peki bu süreçlerden geçerken kişi kendi doğrularını/gerçekliğini nasıl oluşturacaktır?

      Kendi gerçekliğini yaratmaya çalışan bireyin bu süreçte çoğunluk tarafından benimsenmeye çalışılan doğruların aksine yaşanmışlıklar arasında farklılıklar da gözlemlemesi kaçınılmazdır. Aynı olaya verilebilecek tepkiler dahi farklılıklar gösterecektir. Her bireyin yaşanmışlığı, değerleri, inançları, hayat stili farklıdır. Bundan hareketle, bambaşka tepkiler doğar. Herkesin mutlak surette/olmazsa olmaz bu hayatta yaşayacağı iki olguyu ele alalım: doğum ve ölüm. Türkiye’de ortalama bir aile bir çocuğa sahip olduğunda sıradan bir günmüş gibi hayatına devam edebilir hatta ekseriyette çocuk doğduktan sonra onu bir kenara atacaktır. Ülkemizdeki sahipsiz çocukların fazlalığını bu durum biraz da olsun açıklıyor sanıyorum. Diğer yandan, daha gelişmiş bölgelerde herhangi bir aile çocuk sahibi olduğunda öncesinde ayrı kutlamalar sonrasında ayrı kutlamalar yapılabiliyor. Yakınları hediyeler getirerek bu sevince ortak oluyor. Birebir aynı olay, iki durumda da bir bebeğin dünyaya gelmesi söz konusu. Ancak verilen tepkiler iki ayrı uç noktasında. Aynı şekilde yaşanan kayıplar. Kaybettiği kişiye beslenen duygular dışında tutularak; hayatında hiçbir şey değişmemiş gibi davrananlara da rastlayabiliriz, hayatında her şey değişmiş gibi içine kapananlara da. Ya da orta noktayı bulup hayatını devam ettirmeye çalışanlara.  Bu noktadan hareketle, herkesin yaşayabileceği bu iki olguya bu kadar farklı tepkiler doğabiliyorsa günlük yaşadığımız binlerce farklı yaşanmışlığa kuşkusuz kendine has, benzersiz davranışların doğması kaçınılmazdır.

     Farklı davranışların doğması ihtimalini düşündüğümde, farklı gerçekliklerin birden çok doğruların varlığı daha da belirginleşiyor. Doğru ya da yanlışı çoğunluk belirliyor diğerleri de onun izinden gidiyor. Aslında zor olan bu durumda kendi gerçekliğini yaratabilmek oluyor. Tek gerçeklik olmadığına inanırsak sınırlarımız genişliyor ve bu esneklikle kendi bilincimizin daha çok farkına varıyoruz. Hayatın olağan akışına kapıldığımızda, detaylar gözümüzden kaçabiliyor ve neyi niçin yaşadığımızı fark etmeden yaşamaya başlıyoruz. Halbuki, bize kendi doğrularımızı bulduran bu akıştaki farkındalığımız. Tek gerçeklik olduğuna daha az inanırsak, kendi doğrularımızı yaratmaya daha çok olanak yaratırız.  

   SERRA ORUÇ
   YAŞAM KOÇU

Wednesday, April 11, 2012

Başarmanın Sırrı II/II



Bir önceki yazımda başarıya giden yolda öncelikle kişinin istemesi gerektiğini ve bu başarıya nasıl ulaşacağını düşünmesinin ona bir yol haritası sunacağından bahsetmiştim. Peki başarı için yalnızca istemek yeterli midir?

Eylem adımlarına geçmeden başarı yolunda yalnızca isteğin soyut kalacağını deneyimledim. Başarıyı istemek ve onu hayal etmek evet büyük bir adım bununla birlikte, ona ulaşmak için gerekli eylemleri gerçekleştirmek ikinci bir adım. Bu süreç öyle sanıldığı gibi de tek bir adımla hallolacak türden olmayabilir. Belki de başarı sürecinizde çok çalışmanız, çok farklı yollar denemeniz ve ısrar etmekten vazgeçmemeniz önemli roller üstlenecektir. İzlediğiniz yol sizi isteklerinize yaklaştırmadı diye hemen vazgeçmeyin siz denedikçe daha iyi yollar karşınıza çıkacaktır, bu siz istemeseniz de böyle olacaktır. Yeni yollar, yeni şanslar…

Gerekli eylem adımlarını atmadığınızda oturduğunuz yerden sanmayın ki ilahi güçler arzunuzu ayağınıza getirecek. Siz gerekli sinyalleri göndermediğiniz müddetçe bu yolda karşınıza çıkacak fırsatlar harekete geçemeyecektir. İstemedikçe sizi kimse bulamaz ama istediğinizi de eyleme geçerek kanıtlamalısınız. Bu durumu Google’da arama yapmaya benzetebiliriz. Google’ın sizin çalışmalarınızı bulması için ilk önce onu gerekli platformda oluşturmanız öngörülür. Daha sonra, çalışmalarınızın içerdiği kelimeler arama motoruna yazıldığında Google, sizi arayan kişinin karşısına çıkartacaktır. Peki ya siz istediğinizi açık ve net bir şekilde belirtmezseniz bu istek nasıl kodlanacaktır? İlk önce istemek ve bu istek için de çabalamak şarttır.

Hayallere giden yoldaki adımları korkmadan atmaya evet diyorum. Adım attıkça daha ilerisine ulaşabiliriz. Daha iyi olmanın yolu daha çok çabalamaktan ve denemekten geçer. Çok başarılı gördüğümüz insanlara baktığımda tutkularının yanı sıra bir de ne kadar çok denediklerini görüyorum. Denedikçe gerçekleştiriyorlar sanki. Yeni yolları öyle bir kazıyorlar ki gerçekleşmemesine ihtimal bırakmıyorlar. Kim olmak istediğinizi bulun ve her gün yapılan çalışmalar sizi o isteğe doğru götürecektir.


SERRA ORUÇ
YAŞAM KOÇU

Wednesday, April 4, 2012

Başarmanın Sırrı I/II




Hayatta kavuşamadıklarınız için hiçbir sebep yoktur- kendi uydurduğunuz bahaneler dışında. Sadece bir an düşünün, o çok istediğiniz şeyin hayalini kurun. Hayaliniz ne kadar bulanık değil mi? Düşünün dememle birlikte hemen nasıl yapamayacağınız, nasıl gerçekleştiremeyeceğiniz ile ilgili hikayeler aklınıza üşüşmeye başladı bile. Bu durumda isteklerimizi gerçekleştirmenin yolu nedir? Neden bazıları seçtikleri yolda başarılı olup sonuca ilerlerken, diğerleri daha azıyla yetinmekte?

Sonsuz imkanlar içerisinde, bazılarının her istediğine kavuşması kuşkusuz düşüncelerinde yatan başarılı kimliklerinde gizlidir. Başarılı insanlar ne istediğini bilen kişilerdir. Onların hep planları vardır ve nereye gittiklerini bilirler. Başarılı olacağına inanan insanlar hayallerini nasıl gerçekleştireceğini düşünürken, kendi başarılarına inanmayanlar bir şeyi nasıl gerçekleştiremeyeceklerini düşünürler.

Başarılı olanların en büyük silahı tutkularıdır. Onlar hayal etmekten korkmayanlardır. O kadar güçlü hayal kurar, o kadar çok isteyerek düşünürler ki; diğerleri başarısızlık hikayelerinin arasında boğulurken onlar için düşünmek zenginliklere dalmaktır ve bütün fırsatlara erişmenin yollarını keşfetmektir.

Başarılı yöneticiler, Oscar’lı oyuncular, dünyaca ünlü sanatçılar. Kendi alanında zirveye tırmanmış bütün başarılı kitleleri, o noktaya ne getirmiştir? Doğru zamanda doğru yerde olmak mı bu başarının ününü onlara sağlamıştır yoksa odaklandıkları hedefin tutkusu mu onları başarıya götürmüştür?  Mesela, geçenlerde nutkum tutularak izlediğim Madonna’nın olağanüstü şovu bana onun başarı yolunun sonuçlanmadığını ve daha iyisini yapmak için hala çabaladığını düşündürtüyor. Şu yaşından sonra bile daha da iyisini yapmak için çabalayan Madonna kesinlikle şans eseri bu kadar başarılı olmamıştır. Madonna’nın hayalindeki noktada kendisini şüphesiz daha iyi yerlerde görmesi onu tutkulu kılmakta ve hep daha çok istemesine sebep olmaktadır.

Bana göre, başarının sırrı başarıya giden süreçte istemektir. Bir hedef belirlersek, tutkumuz körelmedikçe ona ulaşmanın ve daha iyisini edinmenin yolları anbean karşımıza çıkacaktır. Başarmak için hayalleri yenilemek şarttır. Her yenilenmede tutku daha coşkuyla artacak ve gelişimin yolları parlaklığıyla karşımızda belirecektir. Tutkumuz olmazsa bu yolları görmemiz mümkün olmayacaktır. Önce nasıl olmak istediğinizi düşünün ardından gerisi gelecektir.


SERRA ORUÇ
YAŞAM KOÇU

Thursday, March 15, 2012

Vazgeçtiklerimiz

     
     Vazgeçmek nedir? Her seçimimizde uğruna bedel ödediğimiz hayatlarda neden vazgeçmenin pahası hep ağır olur? Yoksa onu ağırlaştıran bizler miyiz? Vazgeçmek, istediğimiz şey doğrultusunda gözden çıkardıklarımızdır. Her tercih bir vazgeçiştir aslında. Yaptığımız her tercih bir yerde başka bir tercihten vazgeçmemiz demektir. Ve evet, bazen yaşadığımız sonuç bizim için en iyisi olmayabilir. Ödenen ağır bedelin sonucunda mutsuzluk yakanızdaysa doğru seçim yapmamışsınız demektir.

     Her adımımızın bir sonucu vardır hayatta. Hangi hayatı yaşıyorsak ya da yaşamayı seçiyorsak ardımızda bıraktığımız diğer seçeneklerde mutlaka aklımız kalır. Yapmayı seçtiğimiz şeyden tatmin ya da mutlu olmayı ümit etsek de olumsuz bir durumla karşılaşınca her zaman pişmanlıklar yaşarız. Halbuki hayat yaşadıklarımızın toplamıdır, bizim seçtiklerimizdir. Yaşadığımız her ana sahip çıkabilsek, bizim olanı kabullensek pişmanlıklarda boğulmak yerine kendimizi ileriye sürükleyebiliriz.

     Geride bıraktıklarımız, vazgeçtiklerimiz ‘keşke’leri doğurur. Onlara bağımlı yaşamak mutsuzluğu getirir. Hayatta her seçim için bir bedel ödenmesi kaçınılmazdır. Ancak o ödediğimiz bedel sonucunda elde ettiğimiz durum bizim yüzümüzü güldürmüyorsa hayatta ağır bedeller ödediğimizi düşünürüz. Ödediğimiz ağır bir bedelden çok yanlış bir seçim sonrasında katlanılması gereken durumdur.  Bu da tepmiş olduğumuz seçeneğin cazibesini arttırır. Sanki onu yaşasaydık kayıtsız şartsız mutluluğa erişebilecekmişiz gibi.

      Yaşadıklarımızı kaderin bir cilvesi olarak görmek yerine, kendi seçimlerimizin sonucu olarak görebilmenin insanı ileriye taşıyabileceğine inanıyorum. Kendinizle inatlaşmayı bırakın ve yaşadıklarınızın yalnızca size ait olduğunu kabullenin. Kabullenmek farkındalıktır ve farkındalık bir sonraki seçimin eşiğinde size bilgelik edecektir.  Bu bilgelik sizi pişmanlığın pençelerinden kurtarabilir.

SERRA ORUÇ
YAŞAM KOÇU

Friday, March 2, 2012

Şans Doğuştan Mı Gelir?



Hayatta şansı yakalamak doğru zamanda doğru yerde olmakla mı ilgilidir? Yoksa doğuştan şanslı olan kişiler mi mutlu bir yaşam inşa eder? Acaba mutsuz insanlar bir şekilde hayatın kör noktasında kaldıkları için mi şans onlarına hayatlarına uğramıyordur? Şans, bazı kişilere gözüken diğerlerinden saklanan bir olgu değil aslında herkese bonkör davranan ama çoğunlukla fark etmediğimiz bir olgudur.

Aldığım eğitimler ve okuduğum kitaplar şansın doğuştan gelmediğini şanslı olduğuna inanan insanların şansı hayatlarına kendilerinin çektiğini vurguluyor hep. Peki, şansa kavuşmanın sırrı asıl nerede yatıyor o zaman? Deneyimlerim ve gözlemlerim sonucunda şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, insanlar inandıkları durumu yaşıyorlar. Yani başarılı olacağınıza inanıyorsanız başarılı olayları deneyimliyorsunuz. Nasıl düşünüyorsanız gerçekte o kişi oluyorsunuz. Ünlü araştırmacı Richard Wiseman “Şans Faktörü” adlı kitabında da çok güzel açıklıyor bu durumu. Wiseman "Şans, ilahi bir hediye ya da sihirli bir yetenek değildir. Aslında şans, bir zihin durumu, düşünme ve davranma biçimidir. İnsanlar şanslı ya da şanssız doğmazlar, düşünceleri, hisleri ve davranışlarıyla iyi ve kötü şanslarını kendileri yaratırlar" diye belirtiyor görüşünü. Wiseman’in görüşlerine katıldığımı belirtmeliyim.  Şans hiç kimsenin başından yağmıyor, insan beyninde yarattığı olgularla kendi şansını kendi yaratıyor. Olumsuz ve korku dolu düşüncelerimizle boğuşurken hangi parlak hayal kapımızdan içeri girmeye cesaret edebilir ki? Üzerimizdeki bulutlar ve negatif ruh halimiz, pırıl pırıl ve berrak düşünceleri korkutacak ve bizden uzak tutacaktır. Bu durumda da, şanssız olduğumuzu düşünmemiz kaçınılmazdır.

Hayatın kör noktasında kalıp şansın evlerine uğramadığını düşünen insanlar aslında fena halde yanılıyorlar. Onlar hatayı inanmayarak yapıyorlar, istemeye bile korkuyorlar. Hayatın kör noktasında kalmayı onlar seçiyorlar. Kafalarını uzatıp bir adım atsalar hayalini bile kurmadıkları güzelliklere yakınlaşacaklar. Her yerde aradığınız şansı düşüncelerinizin gücünün hayatınıza getireceğini bilseydiniz ne yapardınız? Şanslı insanlar kervanına katılmak istiyorsanız, güzel düşüncelerin zihninizde dans etmesinden korkmayın aksine onların zihninizi işgal etmesine izin verin.  Güzel düşüncelerin getireceği rahatlıkla gözünüzden kaçan fırsatları nasıl havada yakalayacağınızı tahmin bile edemezsiniz.


SERRA ORUÇ
YAŞAM KOÇU

Thursday, February 23, 2012

Başka Mutlulukları Kovalamak



Hep başkalarının bizden daha mutlu olduğunu zannederiz nedense. Bilmeyiz yanımızdan ayrıldıklarında ne ile yüzleştiklerini. Hep onları gıpta ile seyrederiz, onların hayatını kovalamaktan kendi mutluluklarımızı kaçırırız. Başkalarının hayatlarına özenmeyi seçeriz en kolayı bu olduğundan. Aslında kararlar alıp eyleme geçmektir en zor olan, hayatının sorumluluğunu alabilmektir. Ertelediğin ama bir türlü gerçekleştirmediğin hayallerdir. Gerçekleştirmek istediklerine baktığında hep bir üşengeçlik çöker üzerine. O kadar körelmişsindir ki tutkunu taa en derinlere gömmüşsündür. Gerekliliklerin ve zorunlulukların arasında gidip gelirsin hayatta. Aslında gerçekten ne istediğini bile unutmuşsundur. Kim olduğun bile bulanıklaşmıştır. Bundandır ki en kolay yolu seçip özenmemiz.  Hayatında nelerden vazgeçeceğini bilmeden, ne istediğine karar vermeden yaşayıp gitmek özenmeyi kaçınılmaz son kılar.

Yalnızca sana sunulan seçenekleri varsayarak yaşadığında; akşam olunca uyuduğun, sabah olunca kalktığın gittikçe körleştiğin bir hayata sahip olursun. Neyin seni engellediğini bile görmeden mutsuzluk çukurunda ışığa kavuşacağın günü beklersin özlemle. O ışığın hem de en yakınında, kendi içinde olduğunu göremeden. O mutluluğu uzaklarda aradıkça bulamayacağına dair inancın iyice kuvvetlenir. İşte o zaman en kuvvetli şekilde özenme duygun baş gösterir. İçinden yükselen ve kendi sesinden daha yüksek çıkan o ses yine seni alt etmek için iş başındadır. İnancını zedelemek ve hayallerine kavuşmaman için her türlü kötü oyunda başrolü üstlenecektir. İşte o sırada yapman gereken; o sesi susturmaktır. O ses susmadığı sürece başka hayatların aleminde yaşayıp gitmeye hükümlüsündür.

Uzaktan gördüğün ama bir saniyesini bile yakından yaşamadığın o hayatların bir gün içinde yaşama fırsatın olsa hiç birisinin aslında gıptayla baktığın yaşantılar olmadığını anlayacaksın. Fark edeceksin ki özendiğin şey onların mutluluğu değil o mutluluğa kavuşmak için vazgeçmeye hazır oldukları şeyler ve aldıkları risklerdir. Sen hiç mutlu olmak için risk aldın mı? Almadıysan tabiki de özeneceksin. Ama tutkularının peşine düşüp bir şeylerden vazgeçmeye başladığında asıl mutluluğun onların arkasında gizlendiğini fark edeceksin. Hayat bazen kumar oynamaya benzer. Evlerinden, arabalarından belki eşlerinden, çocuklarından vazgeçecek kadar kumar tutkusuyla yaşayanlar her şeyden vazgeçme riskini en çarpıcı şekilde göze alanlardır. Bunun yerine oturduğu yerden sızlanmayı seçenler bütün yaşananları negatif perspektiflerinden değerlendirmekten yorulmayacaklardır.

Kendi gerçekliğinizi, kendi doğrularınızı ve en önemlisi de hayallerinizi oluşturun. Hayalleriniz bir başkasından çalıntı değil tamamen size ait olsun. Gerçekten ne için yaşadığınızı hiç düşünmediyseniz şimdi tam zamanı. Kendi mutlu olacağınız hayat için eyleme geçin, bırakın da başkaları size özensin! Başkalarının değil, tamamen size ait olan bir hayata kavuşun…


SERRA ORUÇ
YAŞAM KOÇU

Thursday, February 16, 2012

Planların Arasına Sıkıştırdığımız 'An'ımız

           Çalışma hayatına atılmadan önce tatil programlarımız okulların belirlediği akademik çerçevede gelişiyordu. Kışın sömestr, sonrasında da yaz tatilini iple çekerdik. Çalışmaya başladıktan sonra da çok bir şey değişmedi.  Hayatımızda şöyle bir süreç başladı; bayram tatillerini beklediğimiz, çalıştığımız günlerin anlam ve önemini vurgulamak için 1-2 gün izin alıp işten uzaklaşma hayallerimiz ve yapacağımız yaz kaçamakları.  Erkenden tatil yapma organizasyonları, 6 ay sonrasının planını oluşturma çabaları. Şimdiden neredeyse Ağustos sonuna kadar yapacağım şeyler belirlenmiş. Nerede hayatın spontanlığı? Hayatlarımızın kontrolünü elimizde tuttuğumuzu sanıyorsak da yanılıyoruz. Hep başka güçler bir şekilde hayatımıza sızıyor ve yön veriyorlar. Henüz tanımadığımız bu gücün hayatımıza girmesine bir şekilde mani olamıyorsak canımızın istediğini o an yapmayı ne zaman becerebileceğiz?


          En son ne zaman çok bunaldığım bir anda kafamı alıp bir yerlere gittiğimi hatırlamıyorum bile. Kafamı alıp gideceğim günler ne yazık ki önceden rezervasyon yapılmış durumda. Her şeyin belirlenmek durumunda olduğu hayat çizgisinde anı yaşamayı nasıl becerebilirim?


         Yoğun iş temposu ve yetişilmesi gereken sosyal hayatlar silsilesinde anımı bir kenara bırakıp hep gelecekteki günler için yaşadığımı fark ettim. Dışarıda hava eksi derecelerdeyken, ben yazın gideceğim deniz kenarının hayalini kuruyordum. Yazın istediğim yere ulaştığımda da şüphesiz döndüğümde beni bekleyen işlerimi düşünerek hayıflanacaktım. Peki, gelecek planlarımı kovalarken avucumun içinden kum taneleri gibi yok olan anımı nasıl yakalayabilirim?


         Yaşadığımız an, yalnızca ve yalnızca nefes aldığımız şu saniyeden ibaretse geçmiş ve gelecek arasında sıkıştığımız o noktada, anda, hep başka başka kaygıların anımızı çalmasına izin vermeyelim. Bugün güzel bir gün olabilecekken neden geçmişin kurbanı ya da geleceğin esiri olsun ki? Leziz bir yemek organizasyonundayken çatal-bıçak seslerine, kadeh şıkırtılarına ve şen kahkahalara kaptırmak varken beynimizde yarattığımız kaygıları susturmanın bir yolunu bulmalıyız. Her günümüzü, her anımızı eşsiz bir şekilde yaşayabilecekken spontane girişimlerin hayatımıza sızmasına daha çok izin vermeliyiz. Çok kıymetli anımızı kaygılara hapsetmeyelim, kim bilir belki de hayatımızın anını kaçırıyoruzdur.


SERRA ORUÇ
YAŞAM KOÇU