Thursday, November 29, 2012

Samimiyet Milenyumdan Öncede Mi Kaldı?




Teknoloji deyince neler geliyor aklımıza? Telefon, internet, kolay iletişim, anında haberdar olma ve hayatımızı kolaylaştıran her öğe. Teknoloji artık her saniye bir yeniliği ayağımıza taşıyor. Dünden bugüne her şey büyük bir hızda değişiyor. Son 10 yıldaki hızlı gelişmelere bakacak olursak bunun ötesinde nasıl bir değişim olabilir ki dediğimiz anda yeni bir ürün giriyor hayatımıza ve biz bir anda onsuz yaşayamaz hale geliyoruz, bundan önce nasıl yaşıyormuşuz diye düşünüyoruz. Hızlı ivme ile değişen teknolojik trendler artık yarınımızı kestirme olanağımızı da elimizden aldı. Her an her şey olabileceğini bilerek yaşamayı öğrendik belki de.

Muhakkak, teknoloji sayesinde hayatlarımız çok kolaylaştı. Yerimizden kalkmadan mobil olarak yapabileceğimiz işlemlerin sayısı gün geçtikçe artıyor. Her an yeni bir uygulama, değişen ‘akıllı’ bir sistemle karşılaşabiliyoruz. Bütün dünyanın gündemine ulaşmamızın yanı sıra, her dakika değişen olaylar silsilesini de takip etme olanağına sahibiz. Sabah aldığımız gazete öğlene kadar eskiyor. Online gündem, daha sıcak haberleri sunuyor. Takibi kaçırırsak pek çok hadise 24 saat içinde hükmünü yitiriyor zaten, pek de önemi kalmıyor. Seyahat edeceğimiz yeri bile karış karış öğrenebiliyoruz o yere daha gitmeden. Birbirimize çok rahat ulaşabiliyoruz, sevdiklerimiz dünyanın neresinde olursa olsun yanımızdaymış gibi görüntülü paylaşımlar yapabiliyoruz.

Peki, bu kolaylıklar neleri götürüyor hayatımızdan? Getirileri kadar götürülerini düşününce de liste uzayıp gidiyor. Samimiyeti kaybediyoruz, iletişimde sağlanan aşırı kolaylıklar eskilerin hal hatır sorma adetlerini süpürüp götürüyor. Kısa mesajlarla iletişimi çabuklaştıracağımıza ilişkilerimizi yozlaştırıyoruz bir noktada. Sosyal medya ve türlü mecralarda yapılan paylaşımlar hepimizi birbirimizin hayatında söz hakkı yapıyor resmen. Herkesin her saniyesinden haberdar durumdayız. Hep birlikte toplanıyoruz ancak telefonlarımızın izin verdiği ölçüde sohbet edebiliyoruz. Teknoloji hayatlarımızı adeta yönetiyor ve bir kasırga gibi etkisi altına alıyor. 

Bu durumdan en çok etkilenen de kuşkusuz bu teknoloji dünyasına doğan yeni nesil çocuklar. Teknoloji hızla gelişmeye başladığında 30’lu yaşlarında hatta 20’lerinde bile olan kuşaklar teknoloji-birey ilişkisini bir nebze dengede tutabilirken doğduğu anda ilk kurcaladığı alet bir tablet bilgisayar olan çocuk iletişimin ilk adımlarını onun içindeki dünyayı keşfederek atıyor. 2000’lerden önce doğan herkes bir şekilde eski kuşak mensubu. Onların teknolojiyi kabul eden bir yanları olduğu kadar reddettikleri ve korktukları gelişmeler de oluyor. Ancak yeni doğan çocuklar radyo, plak ya da kasetlere hiç dokunmadan büyüyorlar. Onların çağındaki her şey elektronik-ilişkiler bile! Bir yemeğe gittiğimde kalabalık çocuklu aileler, çocukları ve arkadaşlarıyla yemeğe gelmiş topluluklar görüyorum. Kalabalıklar hoşuma gidiyor, kültürümüzde var herhalde hep beraber olma güdüsü. Mutluluğum, her çocuğu elinde kendi ipadi, telefonu ile görünceye kadar sürüyor. Hiçbiri birbiriyle iletişim kurmuyor. Hepsi de, kendi dünyalarındaki sanal oyunlarında kahraman olmanın peşinde. Oyundaki sanal arkadaşları bazen yanlarında oturan diğer çocuk olurken onunla konuşmak yerine o makinanın içinden iletişim kurmayı tercih ediyorlar.

 Düşünmeden edemiyorum; çocukların içindeki enerjiyi açığa çıkartmadan bu şekilde pasifize olmalarının gelişimlerine nasıl bir katkısı var? Bu kadar teknolojik oyuncak olmadan önce o çocuklar muhtemelen etrafta koşuşturup duruyordu. Evet şimdi sessiz, sakin oturuyorlar, rahatsızlık vermeden, ama sokakta oynayarak büyüyen bir neslin çocuğu olarak sanal oyunlar ve sanal arkadaşlıkların nasıl tatminler getireceğine dair şüphelerim var.

Aslında teknolojiye bağlı değiliz, artık birer teknoloji bağımlısıyız. Din, dil, cinsiyet, yaş ya da ekonomik statüler değişse de sonuç teknolojinin her insanı öyle ya da böyle onsuz yaşayamaz hale getirdiği. Hep beraberken bile kafalarımız ayrı noktalarda; takip ettiğimiz fotoğraflarda, oyunda geçeceğimiz bir sonraki aşamada, gelen maillarda ya da sanal sohbeti sürdürdüğümüz arkadaşımızda. Nasıl bir dayatılmanın içerisindeyiz de zevk aldığımız her şeyi bir kenara bırakıp sanal dünyanın zengin sığlığında kaybolduk? Bu kölelik ilişkisi bizi her ay çıkan yeni ürünlerin takipçisi olmaya zorluyor, sahip olmadığımız noktada eksik hissedebiliyoruz. Boş kaldığımız her anda telefonun içine dalıyoruz. Bazen belki de teknolojinin hayatlarımıza bu kadar sızmadığı günler yaşadığımızı düşünerek, o zamanlar daha yakın ve gerçek ilişkiler içinde olduğumuzu anımsamalıyız. Kim bilir, böylelikle teknolojinin kolaylıklarından faydalanan ancak onun kölesi olmadan daha samimi ve gerçek ilişkilere sahip olmak isteyen insanlara öncülük etmiş oluruz belki de…

SERRA ORUÇ
YAŞAM KOÇU

(Beste Demirağ'a ithafen)

Monday, November 5, 2012

Yargılayan Gözümüz





     Her insan tektir ve benzersiz bir varlıktır. Bu benzersizlikten doğan farklı farklı ilişkilerde görüşlerimizin geniş bir yelpazeye yayılması gerekirken genellemelere olan eğilimimiz nedense daha yüksektir. Doğru veya yanlış bildiklerimiz her yaşanmışlıkla kuvvetlenir. Yaşanmışlıklarla kazandığımız bambaşka görüşlerimizi bir kenara bırakıp başkalarını kendi gerçekliğimizde yargılamaktan alıkoyamayız.  Peki bu yargılama sırasındaki mahkum cezasını hangi gerçeklikte alır?

     Son zamanlarda, etrafımı gözlemlerken sıkça şu soruyu sorarken buldum kendimi: “Başkalarının doğrularının gölgesinde yaşayarak ne kadar özgürleşebiliriz?”. Kendi deneyimlerimi, arkadaşlarımı ve ailemi düşündüm. Hepimiz bir şekilde, farkında olarak veya olmayarak, bu oyunun bir parçasıydık aslında. Bir yakınımız bizimle bir şey paylaştığında hep “kendi” gözlerimizden değerlendiriyorduk durumu, onun gerçekliğinde değil. Kişileri ve deneyimlerini kendi doğrularımıza hapsedip bizim doğrumuzun aksini yanlış olarak yargılıyorduk. Herkes bizim doğrumuzda yaşasaydı dünya nasıl bir yer olurdu hiç düşündünüz mü?

      Yaşadığımız her an; kendi değerlerimiz, doğrularımız ve yargılarımız derinlik kazanır. Her an, milyonlarca farklı deneyim sahne alır. Birisinin çok kötü bir haber aldığı saniyede, bir diğeri belki de havalara uçuyordur. Bu farkındalığın bilincinde olsak bile en sevdiğimiz yargılama oyunundan vazgeçemeyiz. İnsanları kolayca ve hiç düşünmeden sözcüklerimizle yaralarız.

      Yaşadıklarımdan ders çıkarmayı kendime ilke edindim. Çıkardığım en önemli ders ise; başkalarının yanlışlarının benim doğrularım olabileceği. Kendi yaşamım için yargılanıyorsam hemen söyleyen kişinin yörüngesine girmiyor önce dışarıdan tahlil ediyorum. Bana söylediği şeyleri benim gerçekliğimde mi değerlendiriyor yoksa beni kendi doğru bildiğine inandığı vazgeçilmez yargılarının içine mi sığdırmaya çalışıyor diye. Neden bir başkasının genel geçer yargıları arasında sıkışıp kalıyorum?  Yaptığım şeyden mutlu olup tatmin hissederken neden karşımdaki hevesimi kırmak için olanca gücüyle kollarını sıvayıp şevkimi kırmaya çalışıyor? Neden benim için doğru gözüken bir başkasının katiyen kabul etmeyeceği bir yanlış? Ve neden ona göre yanlış olduğu için ben yargılara maruz kalıp onun gözünde kabul görmeye çalışıyorum? Etrafımızdaki insanlara hepimizin aynı şekilde düşünüp yaşayamayacağını mutlaka farklılıklar doğacağını anlatmanın bir yolunu keşke bilebilseydim diye düşünüyorum. Böylece kimse başka hayatları yargılamaktan bu kadar zevk almazdı...

        Başka doğruları kabullenip onların egemenliğinde bir yaşam kurmaktansa başkalarının yanlışları dahi olsa kendi doğrularım üzerine bir yaşam inşa etmeyi tercih ediyorum artık. Kendi doğrularımın varlığını hissetmek bile bana bir özgürlük veriyor. Bu özgürlük bana kimseyi yargılamamayı öğretirken herkesi kendi doğrusuyla kabul etmek müthiş bir huzur sağlıyor. Her geçen gün küçültmeye çalıştığım yargılayan gözüm artık ilişkilerimde bana bir engel teşkil etmiyor. 

     SERRA ORUÇ
     YAŞAM KOÇU

(MOOD Dergi Ekim sayısında çıkan yazım)