Thursday, July 25, 2013
Davetsiz Gelen İç Ses-Bir Çaresizlik
Ne kadar zordur korkmamayı öğrenmek, acı çekerken çektigin azabı azaltabilmek.. Kuşkusuz insana en ağır geleni de unutman gerekeni bilirken bir şekilde kendine dur diyememek ve üzüntüye saplanmak. O üzüntü kimi zaman bir balçık gibi aşağı çeker seni, çırpınışlar kurtarmaya değil daha çok yorulmana sebep olur. Bilemezsin nasıl kurtulacağını. Bazı gün olur o balçıkta hiçbir şey yapamamanın keyfiyle sürünmek bile zevk vermeye başlar. Anlamazsın neden bu durumdan zevk almaya başladığını, alıştığını kabullenemezsin. Bilirsin ki en korkuncu alışkanlıktır. Kabullenmek istememenin göstergesidir. Alıştıkça normalleşirsin, kendinden uzaklaşıp yeni benliğiyle çizdiğin yolda ne istediğinden artık emin olamadan ilerlersin. Gün gelir ne zaman bu durumu kabullenip de çizdiğin yolun seni çöküşe doğru sürüklediğine şaşar kalırsın. Tam olarak ne zaman alışmaya başlayıp da mücadeleden çekip gittiğini anımsayamazsın. Sahi hangi ara kendini bıraktın ve yeni 'sen'e doğru yol aldın? Yoksa asıl sen buydu da onu kamufle edip toprağın üstünde ayakları yere basanı mı oynadın?
SERRA ORUÇ
YAŞAM KOÇU
Wednesday, July 10, 2013
Kulak Ver: Senden Olmayandan Öğreneceklerin Var
Ezeli futbol rekabeti düşmanlığı…
İnsanların birbirlerini görmezden gelerek yaşamaları…
Herkesin sadece kendini düşündüğü başkasının yaşamını
görmezden gelmeye başlaması…
Korkmuş, sindirilmiş, soyutlaştırılmış toplum…
Korkuyla sindirilmiş insanlar, televizyonu radyoyu açtığında
şiddet söylemleri ve birbirine bağıran liderlerle karşılaştıkları için pasif,
kendi hayatlarının kabuklarına çekilen kimselere dönüşmüşlerdir. Artan güçle
üstlerine saldırıldığı için kendi hayatları tehlikeye girmesin diye haksızlıklara
başkaldıramaz olmuşlardır. Korku hegemonyasından, kendi adına bile sesini
yükseltmeye çekinenler için başka hayatların hakkını aramak lüks haline
gelmiştir. Birçok şeyin farkında
olunmasına rağmen, hiçbir şeye itiraz edemez duruma gelinmiş kendi iç
sesleriyle baş başa kalmışlardır. Sokağa dökülen her birey, evde oturanın umudu
ve onun da kendini sokağa atabilmesindeki güç olmuştur. Sokaktaki sloganlar
işte bu umudun yankılarıdır. Yıllardır söylenemeyenlerin birikimidir.
Kimse, ülkenin güya yönetildiği meclis denen yerde parlak ve
ülkemizi ileriye götürecek fikirlerin tartışıldığına inanmıyordu. Kendi
düşüncelerini yansıtan bir meclis olduğunu düşünmüyordu. Dinlenmediğini,
sesinin duyulmadığını bildiği için sesini çıkartma ihtiyacından vazgeçmişti.
Yanlış ve haksız gördüğü şeylere bir an bakıp iç geçirip kafasını çevirir hale
gelmişti. Pasifize edildiği için düşüncelerini söyleyemez olmuş, isyanını
içinden dillendiriyordu. Gezi olaylarının başlamasıyla, her bir pasif isyan
birer aktivist harekete dönüşme imkanı buldu. Artık parklar, herkesin
fikirlerini söyleyebildiği birer mecra haline geldi. İnsanların parklarda
buluşup, kendi çözümlerini üretme çabaları bile ülkenin yönetildiği sistemin ne
kadar ezbere ve demode olduğunun resmen göstergesi oldu.
Ülkemizin son günlerde karşı karşıya olduğu konular tam da
bu yüzden baş göstermiştir. Başbakanın oy verenler/vermeyenler, benim gibi
düşünenler/düşünmeyenler, onlar/bunlar diye ötekileştirdiği toplum kendi
varlığının hiçe sayılmasına tahammül edemeyerekten ayaklandı. Günümüzde düşünce
biçimi, bireycilik üzerine kuruludur. Yeni yetişen nesil, daha eşitlikçi, daha
hoşgörülü bununla birlikte kendi yaşam tarzına ve düşüncelerine saygı
gösterilmesini bekleyen bireylerden oluşur. Dolayısıyla, kullanılan üslup son
derece yanlış olmakla beraber en pasif, hiçbir olaya kılını kıpırdatmayacak
kişiyi dahi çığırından çıkartmıştır.
İhtiyacımız olan şey en klişe haliyle hoşgörü ve saygıdır.
Empati yeteneğidir. Kendin gibi olanaklarla yaşamayıp, farklı ortamlarda büyümüş
kişilerin edindiği fikirlerin nasıl oluştuğunu bir an olsun düşünebilme
güdüsüdür. İçinde ‘ben olsaydım, ben yapmazdım’ olmayan cümleler kurmaya
başlamak, bu kişilerle birbirimizden nasıl uzaklaştığımızı sorgulamaktır.
Nedene değil, nasıla odaklanmaktır. Kendimizden en farklısını bile dinlemeye
başlamak, belki de anlamaya çalışmaktır.
Birbirini olduğu gibi kabul edebilme, kulağa her ne kadar
kolay gelse de başarması güç bir olgudur. İçten içe herkesin kendimiz gibi
olmasını, bize benzemesini bekleriz. ‘Kimseyi yargılamıyorum, herkes istediği
hayatı yaşar’ diyen bir kimsenin bile davranışlarına yakın mercekten
bakıldığında kendi gibi davranmayanı gördüğünde içten içe bir kınama, akıl
verirken ‘ben olsaydım..’ ile başlayan cümleler göze çarpabilir. Şu son
günlerde, en çok da ihtiyacımız olan şey herkesin ihtiyaçlarını anlayabilmek,
isyana dönüşen seslerin altında ne demek istediklerine bakabilmektir. Kendi
yargı ve inançlarımızdan bununla birlikte bugüne kadar farkında olmadan bize
dayatılan fikirlerle uzaklaştığımız kişilere yakınlaşmaktır. O kişi hakkında
hiçbir fikre sahip olmadığımızı ve onun kendi için ne istediğini düşünerek
başlayabiliriz. Birbirimize gülümseyerek bakacağımız günlere…
SERRA ORUÇ
YAŞAM KOÇU
Bir Gezi Gözlemi
Son günlerde bırakın tek bir günü, gündemi takip etmediğimiz bir saat bile yok. Gündemde gezi parkı, polisin kullandığı aşırı şiddet ve ülke geneline yayılan protestolar var. Sosyal medyayı içtiği suyun böcüklü bardaktaki ahengini göstermek için kullananlar son günlerde tanımadığı sanal kişilerle bilgi alışverişinde bulunarak tek yürek oldular. Sosyal medya, bilgi paylaşım hızının gücünü göstererek aklına geleni paylaşmayınca rahatsız olanları bu sefer daha ulvi bir amaç altında-" Sesini çıkartmazsan ülke elden gidiyor!" manifestosu altında topladı.
Herkes aynı soruların cevaplarını merak ediyor. Olay nasıl bu noktaya geldi? Bu kadar kişiyi meydanlara toplayan ne oldu? Bu kişiler kim?
Bütün hafta bu soruların cevapları arandı, gerçek gözlemciler oradaki kişilerin duygularını, kim olduklarını ve neden orada olduklarını aktardı. Tablo şu; oradaki kişiler genciyle, yaşlısıyla, öğrencisiyle, teyzesiyle, sanatçısıyla, iş sahibiyle çok farklı sosyal ve ekonomik çevrelerden insanlardı. En büyük payı tereddütsüz gençlerimize veriyorum. Bugüne kadar uygulanan yöntemlerin neden tıkandığını en sade ve masum haliyle onlar gösterdiler. Bugünden sonra ülkeyi yönetecek kişiler, başımızdakilere adeta ders verdiler. Oradaki kişilerin özetle tek bir arzusu var; herkes kendi hayatını yaşasın- dayatmacayla, ötekileştirmeyle kimse birbirinden ayrıştırılmasın.
Bugün bu yaşananlar, devletin başındakilerin bireye inememesinden kaynaklanıyor. Söylenenler, paylaşılanlar gösteriyor ki; değil onları tanımak, onların seviyesine yaklaşamamışlar bile. Başa gelenler, sandık derdinde ve bugüne kadar ezberledikleri söylemleri her gün paylaşmakla meşguller. Görmüyorlar her saniye teknolojik bir gelişimle çağ atladığımızı. Kafalarını gömdükleri yerden çıkartamıyorlar. 30 senelik söylevlerin artık içinin boşaldığını, kendini yenilemeyen markaların bile tepetaklak olduğunu algılayamıyorlar. Yeni çağın başarısı bireyi tanımakta gizli. Forbes' un en iyi şirketlerine girebilmek bile güncel kişinin taleplerine cevap verebilmeyle mümkün.
Toplumdan önce ailelere bakarsak bu kişilerin bir araya gelmesinde neler rol oynadı farklı bir bakış açısından anlayabiliriz. Ailelerde resmen çocuklar söz sahibi. Aile reisi kavramı gittikçe yerini tüm bireylerin kendilerini ifade ettikleri demokratik kurumlara bırakıyor. Artık anne evde, baba işte modeli pek yaygın değil. Kadının da kendince pastada bir payı var. Dengeler değişti. Ebeveynlerin kendi ailelerinden gördükleri sistemle çocuk yetiştirmesi neredeyse olanaksız. Yeni çocukları, düşünüş tarzlarını, isteklerini anlamak gerekiyor. Doğru bildiklerimiz kesin gerçekliklerini yitirdi, ezberler bozuldu. Toplumun en çekirdek kurumundan hareketle, devletlere gelirsek yeni yetişen çocuklar okuyor, büyüyor ve toplumda söz sahibi oluyorlar. Bu çocuklar annelerinin kullandığı diş macununu beğenmiyorlarsa kullanmazken onları anlamadan, dinlemeden ülke birliğinden söz edilebilir mi? Bu kadar özgür iradeli bireyleri tekleştirmek, seri üretim kişiler haline dönüştürmek ne kadar mümkündür bilemiyorum. Benim 20'li yaşlarda edindiğim iradem şimdilerde 3-5 yaşından itibaren çocuklara kazandırılıyor. Dolayısıyla, bu yaşananlar tesadüf değildir bugün olmasa da bireylerin iradesi muhakkak kendini gösterecek bir platform oluşturacaklardı.
Aile iletişimi, markalaşmak, devletlerin huzura erişmesi bireyi anlamaktan geçiyor. Gezi parkıyla başlayıp tüm Türkiye'yi etkisi altına alan özgür irade salgınının önüne geçmek ülkeyi yönetenlerin iradeli bireylere ayak uydurabilmesine bağlıdır. Bu kadar taş yerinden oynadıktan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olabileceğine inanmıyorum; bununla birlikte farklı bir tavır alınmadıkça işler hiç istenmeyen noktalara gelecektir. Egolardan ve kibirden önce bireyi anlayış ve dayanışma ile sağlıklı bir topluma kavuşmak dileğiyle...
SERRA ORUÇ
YAŞAM KOÇU
Monday, May 13, 2013
Bahanelerinden Kurtulmaya Hazır Mısın?
Geçen hafta kendi bahanelerimle yüzleşirken doğal olarak etrafımdakilerin bahanelerini de
daha çok duyar oldum. Kendimi
sorular silsilesinin içinde buldum. Bahanelerimiz
neler? Neden bahane üretiyoruz? Mutsuzluğumuzu açıklamak istemediğimiz ya da kendimizden kaçtığımız durumlar için mi bahane uyduruyoruz? Gerçeğe değil de neden altında yatana sığınma ihtiyacı hissediyoruz? Gerçeği görmezden gelmeye çalışmamızın asıl sebebi nedir?
Bahanelere
kulak kabarttığımda en çok duyduğum konular; neden sigara içmeye devam ettiği, niçin kilo vermekte zorlandığı,
mutsuz ilişkiyi neden sürdürmeye çalıştığı, iş hayatında yüzleştiklerine rağmen kendini nasıl çalışmaya mecbur hissetmesi, neden ilişki yaşayamaması, hayatta hiçbir hedefinin olmaması vesaire vesaire...
Söylenenlerden çok söylenmek istenenleri duymaya çalışınca ortaya bambaşka bir tablo çıkıyor. Kişiler, kendileriyle ilgili kaçtıkları bir olgudan sıyrılmak için bağımlılık derecesinde başka bir durum yaratıyorlar. Sigara, alkol, ilişkideki bağımlılık, aşırı yeme eğilimi, işkolik olmak, aşırı derecede eğlence hayatına düşkünlük hayatlarındaki boşluğu doldurabilmek adına yaratılan durumlardan sadece birkaçı. Kişi, mutsuzluğuyla o kadar yüzleşmek istemiyor ki her daim kendine başka bir alışkanlık yaratması kaçınılmaz oluyor. Çoğu zaman yaratılan bu yeni alışkanlık kişiye daha çok zarar veriyor. Kişi kendinden uzaklaşıyor, kendine yabancılaşıyor en nihayetinde bir gün
uyandığında yarattığı bambaşka benliğin esiri oluyor ve onun isteklerine boyun eğiyor, onun istekleri hayatına
hükmediyor. Kendisine ne olduğunu anlayamadığından davranışlarına da hiçbir şekilde anlam veremiyor. O artık yarattığı kişinin hayatında bir yardımcı oyuncu, bir gölge. Gerçek iç sesi gittikçe kısılıyor, kısılıyor ta ki onu hiç duyamayıncaya kadar yaratılan gerçeklikte kayboluyor.
Peki, bahanelerden kurtulmanın yolu nedir? Bana sorarsanız, hiç kimse bütün bahanelerinden kurtulamaz. Mükemmel ve dengeli hayat, zaman bu kadar hızlı akarken ve modern yaşamın bize dayattıkları çığ gibi artarken pek de mümkün değildir. Muhakkak hayatta kaçırılan ve erişilemeyen şeyler olacaktır. Ancak hangi bahanenin senin hayatını engellediğini ve seni mutsuzluğa sürüklediğini keşfetmek gerekir. Yarattığımız bahane hayatımızın dengesini bozmuyorsa sonuç
bizi rahatsız etmiyorsa varlığını sürdürebilir, bahane ancak
kendimizden kaçtığımız şeylerde tehlikelidir Çok çalışıyorum ve spora vakit ayıramıyorum mu sana daha çok zarar veriyor yoksa ilişkimde
mutsuz olduğum için hayatımı spora ve işe adadım mı? Bunu keşfetmek kişideki en büyük farkındalığı yaratacaktır. İçindeki bütün sesleri bastırıp en derindeki gerçek isteği görmek özgürlüğü getirecektir. Bahanelerinden kurtulup kendinle yüzleşmeye ne kadar hazırsın?
SERRA ORUÇ
YAŞAM KOÇU
Friday, May 10, 2013
Bahaneler, bahaneler, bahaneler- Kendime Bir İtiraf
Bahanelerimi bir kenara bırakıp geri dönüyorum. Çok yoğun
çalışıyorum, sürekli seyahat ettiğim için adapte olamıyorum, kafamı veremiyorum
vesaire diyerek günler birbirini kovalamış 4 aydır kalem kıpırdatmamışım. Kendimle
yüzleşiyorum ve çok sevdiğim bu işe bahanelerime sığınarak vakit ayıramadığımı
kabul ediyorum.
Çok sevdiğim bir arkadaşım sayesinde yeni bir farkındalık
yaşadım ve motive oldum. Hep gözlemlerimi ve kendi çıkarımlarımı yazmaya
şartlamışım kendimi. Halbuki kendi hayatımı, günlük koşuşturmalarımı da
paylaşabilirim. Neden olmasın? Benim yaşanmışlıklarım da yaşanıp bittikten
sonra birer gözlem, anı oluyor. Bu yeni
bakış açısıyla yeni yazılarımla en yakın zamanda tekrar hayata döneceğim. Teşekkürler
Rene Varon yazılarıma yeniden kıvılcım yaydığın için!
Thursday, January 17, 2013
20’li yaşlarda sendrom mu? Bunu yaşamak için çok genç değil miyiz?
20’li yaşlar sendromu, ben
aslında büyüyor muyum sendromu olarak da adlandırılabilir. Kapıya dayanan karar
anları ve etrafımızda hızla gelişen dünyaya ayak uydurma çabasıdır. Her eylül
ayında yeni ders dönemine girecek şekilde programlanmış beyin, okuldan mezun
olduktan sonra bir iş bularak yeni hayatın kurallarına adapte olmakta zorlanır.
En zor kabullenilen durumlar ise artık 15 günü geçen tatillere sahip
olunamayacak oluşu ve her gün gidilmesi gereken mesaidir. Dersleri kırarak
gönül eğlendirdiğin günler artık geride kalmıştır. Görünen o ki hayat,
sorumluluklardan oluşan ağını üzerine atmaya başlamıştır. Ne kadar kaçmaya
çabalasan nafiledir ağ yemini bir şekilde bulur, hedefe girecek kadar
büyümüşsündür, meşhur deyişle ‘yaş kemale ermiştir’.
Mezun olup da iş hayatına giren
kişiler, hala iş bulamamış ve günlerini sosyal medyanın derinliklerinde vakit
harcayarak geçiren kişilerden daha kolay atlatıyor gibi gözükse de durum aslında
o kadar basit değildir. Hepimiz kendi sınırlarımızdaki koşullarda karar vermeye
zorlanarak endişeler yaşarız. Yaşın kemale erince içindeki biyolojik saat
kurulmuş gibi gelecekle ilgili duyulması gereken kaygıları anımsatır. Ne yapmak
istiyorum, ne için yaşıyorum, doğru kararı mı veriyorum, evlenmek için doğru
zaman mı, kariyerim için doğru yerde miyim gibi sorular yakanıza yapışır ve
bırakmamak üzere olanca gücüyle zihninize asılırlar. Bir yanınız hala
üniversitede olduğu gibi umarsızca gezmek isterken diğer yandan etrafınızda
evlenip de çoluk çocuğa karışmış örnek insanlar sinir bozucu şekilde hayatın
gerçeğini yüzünüze vurur: Artık büyümüşsünüzdür ve saatler sorumluluk alma
vaktini gösteriyordur.
Türkiye’den daha özgür
toplumlarda kişiler bu süreçteki sancıların sonunda ne istediklerine belki
kendi iradeleri ile yönelebiliyorlar. Ancak yaşadığımız ülkede, gençler üniversiteden mezun olduktan sonra iş
bulmaya, evlenmeye ve çocuk yapmaya şartlandırıldığından, bu süreci
izlemediğimizde toplum tarafından bir birey olarak kabul göremiyoruz. Çoğu genç
annesinin hayalindeki doktor ya da babasının hayalindeki mühendis olmak zorunda
kalarak hayata dair ilk adımlarını atıyor. 17-18 yaşında mesleki yaptırımın
kurbanı olan gencin, daha ileriki yaşlarında ailesi tarafından uygun görülen
başka bir kurbanla kendisini nikah masasında bulması ise kaçınılmaz son oluyor.
Türk toplumu ve yaşayışı,
kişileri dış koşulların ‘uygun bulduğuna’ şartlanan bireyler haline dönüştürüyor,
bu yüzden yüzleşilen gerçekler bizi daha da derinden sarsabiliyor. İleriki yaşlarda ulaşılan kimliksizlik
duygusu kendini kapana kısılmış gibi hissettiriyor. Tamamlanmayan yanımız,
kendimizi etrafımızdakilerle kıyaslamaya itiyor. Bu sürece uyum sağlayabilmek
adına, çoğumuz ezbere kararlar veriyor, verdiğimiz kararın bilinçsizliği ile
mutsuzluğa sürükleniyoruz.
Aslında yaşadığımız karmaşa artık
kendimizi bir kalıba sokma gayretinden geliyor. Artık her birimiz statüye sahip
olmak istiyoruz, ’biri’ olmak istiyoruz. Gerçek hayatın okuldakinden bambaşka
ve daha zorlu olduğu gerçeğiyle yüzleşmek belki de en çok canımızı sıkan. Artık
attığımız her adım, bizi ileride bulup bir şekilde yakalayabilir. Biliyoruz ki,
bugün verdiğimiz birçok karar yarınımızı etkileyecek. Yeni yıl, her zaman yeni
kararlar ve yeni hedeflerdir. 2013’ü karşıladığımız şu günlerde, belki de en çok hayattan beklentilerimizi
düşünmeliyiz; ne olmak istediğimizi ve nasıl bir hayat arzuladığımızı. Bunları
düşünmediğimiz zaman işte o ezbere verdiğimiz kararların pençesinde esir olarak
sürdürüyoruz hayatımızı. Ne istediğimizi
bilirsek sendromlar da gelişimimizin bir parçası olur ve hayatımızdaki bir
süreç olmaktan öteye gitmezler.
SERRA ORUÇ
YAŞAM KOÇU
Subscribe to:
Posts (Atom)